Kara Gelin – Öykü

Recep Amca’ya  “Kara gelin buharlıyı anlat“ dediğimde, kırlaşan, tente gibi gözlerini gölgeleyen kaşlarının arasından, cam kırığı yeşili gözleri parladı. İçinde tek tük dişleri kalan ağzını açarak gülmeye başladı. Bu gülümseyiş bir bebeğin gülümsemesini andırıyordu. “Ne anlatayım kızım, 35 yıl olmuş o kara gelinden ayrılalı, bizi böyle kocatıp bir köşeye attı.” Ve arkasından hüzünlenen sesiyle ekledi: “Onun da şaşaalı günleri bitti, gitti. Duyuyorum da kalan 3-5 taneyi de müzelere koymuşlar. Dumanı tütmez, benim gibi bacakları tutmaz, kös kös oturur, dururlar.” Gözleri buğulanmıştı. 35 yılın tortularını temizleyip, anıları ışıl ışıl parlatmak, yaşanmışlıkları sözcüklerle anlatmak kolay değildi. Sözcükler bebek ağzından dökülürken, o kendine özgü şivesiyle  her cümlenin başında “Anadın mı?” diyordu.

“Buharlı lokomotif, yolculuğuna depolarda hazırlanırdı. Tender denilen bölüme kömür ve su konulurdu. Yola koyulmadan 2-3 saat önce kara gelinin yanında olurduk. Rayların zenci dilberinin siyah tenini siler, pirinç kısımlarını parlatır, aşınmaları önlemek için yağlar, temizliğini yapar, suyunu, kömürünü kontrol ederdik. Kara gelini, yolculuğa taze gelin gibi, sultanlar gibi hazırlardık. O zaman görev her şeyin üstündeydi. Yapamadım, edemedim gibi gerekçeler çok ayıp karşılanırdı. Öyle ki, silecek üstüpü bulamazsak, gömleğimizi çıkarıp silerdik. İş terbiyesi çok mühimdi. Anadın mı?

Yola düştüğümüzde nefes dahi alamazdık. Eskişehir-Haydarpaşa arası 313 kilometre. Bu yolu 70 kilometre hızla 10 saatte alırdık. Kara gelin  kah dellenir, kah pamuk gibi olurdu. Rampalarda kömüre doymaz, inişlerde ise yemek beğenmeyen ağır misafir gibi, kömüre burun kıvırır;  salına salına inerdi. 10 saat boyunca tek başıma  7-8 ton kömürü ateşin yandığı yer olan foyaya fayrap ederdim. Foyadaki ateşin sıcaklığı 5000 dereceye çıkardı. Kara gelinin canı, suyla yerine gelirdi. Ankara-Eskişehir arasında 50-60 ton suyu yutarcasına içerdi. Tenderinde 32 ton suyla yola çıkan kara geline, ara istasyonlarda su cenderelerinden  su alırdık. Yolculuk Konya’ya ise, kömür  12-13 tona kadar çıkardı.. Kömürün hasını severdi. Az ısıtıyor diye Kütahya kömürünü beğenmez; illa , Seyitömer, Ereğli ya da Soma kömürü isterdi.

Ateşçinin iyi ateşçi olduğu, kara gelinin saçlarından tüten dumandan belli olurdu. Duman mutlaka açık gri olmalıydı. Savurduğu saçları siyahlaşırsa, kömürü iyi yakamadığın anlaşılırdı. Kömür, yeterli ısıyı almak gerektiğinden;  mutlaka parlak ateşin içine atılır, kancayla karıştırılırdı. Ateşe iyi bakmak lazım kızım. Aşk gibi… Yansan da, kavrulsan da  sırtını dönemezsin. Yoksa, tüm emeklerin havaya gider. Anadın mı?

10 saat boyunca yer yüzü görmezdim. Yemeği ateşin başında atıştırırdım. Evden getirirdim azığımı. Teyzen Fikriye’nin yarı ömrü, azık hazırlamakla, siyahlaşan giysilerimi ağartmakla geçti. Yoldan geldiğimde çocuklar uyur olurdu. Uyurken öper, koklardım onları. İçimde yol yol olan hasreti böyle giderirdim. Sabahın köründe  hazırlanan çantamı yüklenir, haydi yine yollara düşerdim. Yani, söyleyeceğim,  gece karanlığında gelir, gece karanlığında bir gölge gibi  yuvayı terk ederdim. Ne kıştan, ne yazdan anlar bu meslek…Ne geceden, ne gündüzden… Anadın mı?

Kara gelin en küçük ihmale gelmez. Makinist bir gözü yoldayken, diğeriyle ateşçiyi kollardı. Sinyal minyal olmadığından, her an tetikte olurduk. Hele makaslarda… O kısık gözlü fenerlerin ışığında işaretleri seçmeye çalışırdık.

Sadece fayrap etmez ateşçi. Yolu da iyi bilmesi lazım. Suyu, kazanın basıncını ona göre ayarlaması lazım. Sürekli ateş üzerinde, diken üzerinde olması lazım. Sen bilmezsin, manometre diye bir şey var. Bakacaksın ki, kazan basıncı düşmeyecek. 16’dan  aşağı indi mi yandın. Yoksa kara gelinin mecali kalmaz, yarı yolda bırakıverir. Diyeceğim kara gelini kızdırmaya gelmez.”

Şakayla “Recep Amca, 35 yılda kaç tane kara gelinin yüreğini kararttın” dedim.  Gururla devam etti:

“Bir ateşçi için en ayıp şey, kazanı yakmaktır kızım. Allah’a şükür hiçbirinin  yüreğini karartmadım. Emanete hıyanet etmedim. Sicilimde bir uyarı bile yoktur. Anadın mı?

Buharlının sesi başkaydı. Hala anamın ninnisi gibi kulaklarımda çınlar, yüreğimi dağlar. Fikriye Teyzen, geldiğimi  kara gelinin sevinç çığlığından anlardı. Ben de bilirdim hani,  geldiğimi anladığını. Anlayacağın yavuklu şarkısı gibidir buharlının sesi…

Kara gelin yataklara da düşürürdü. Ateşiyle kavurur, tenimizi boncuk boncuk terletirdi. Hafif bir esintide buza keserdik. Zatürree ateşçilerin, makinistlerin hastalığı…  Bildiğin yün fanila kara gelinin çeyizinden bize yadigar… Şimdi bile yün fanilayı üstümden çıkaramam. Giymeyip de ne yapacaksın? Bir de meşin yeleklerimiz vardı. Alışmışız bir kere… Üşütmeye göreyim, hemen sağ yanım sızlamaya başlar. Kara gelin bizi bebek gibi yaptı.

Kara gelinin elinden içtiğim çayın tadı hâlâ damağımda… Şimdi evde demlenen çay çay mı? Çay nasıl olur derseniz, ben kara gelinin çayı derim. Çay, ateşçilerin, makinistlerin yol arkadaşıdır. Mübareği matarada yapardık; suyunu, çayını kor, demire takar, salardık kazanın içine. Dakkasında kaynardı;  foyanın yanında demlemeye bırakırdık. Ah… kızım şimdi sallama çaylar çıktı, plastik bardaklarda… çay da çaylıktan çıktı…

Yolcularımızı sağ salim gideceği yere ulaştırdığımızda dünyanın en bahtiyar insanı olurduk. Görev sona erdiğinde elimizi, yüzümüzü yıkar, beyaz gömleğimizi, lacivert takım elbisemizi giyer, siyah kravatımızı takar, makinadan güvey gibi inerdik. İş tulumuyla inmek yakışık almazdı.”

Anlamamız mümkün mü Recep Amca? Saçlarını savura savura, şarkılar söyleyerek bir kısrak gibi dağları, tepeleri aşan, vadilerde süzülen kara gelinle yaşadığın aşkı anlamamız mümkün mü? Öylesi yaşanmıyor şimdi. Kimse başkası için gönül teri  dökmüyor.  Binlerce derecelik ısının karşısında görevine gösterdiğin saygıyı, sabrı şimdi gösterecek delikanlılar maalesef artık yok aramızda. Her şeyimiz kolay yaşamak üzerine kurulu. Ne kadar az ter dökersek, o kadar akıllıyız. Her şeyi ne kadar kolay elde edersek, o kadar işimizi biliyoruz. Terlerimiz kurudu… Kör kuyular gibi içimiz kapatıldı, karartıldı… Üzerine ağır taşlar konuldu… Işıksız kaldık…Umudumuz, isteğimiz, çabamız… hep kendimize, yakınlarımıza dair… Oysa, bir damla suda okyanusun coşkusu yaşanır mı? Bir tek ağaç, ormanın gücüne sahip midir?  Nice ateşçiler, makinistler  demiryolları için, ülkeleri için birer damla, birer ağaç oldular… Birleştiler… Okyanus, orman oldular…  Coşturdular, yüreklerinin gücüyle dağları devirdiler…

Ülkemizin bu siyah tenli çocukları, hoş sedalar bırakarak raylardan elini eteğini çekti… Sizleri hatırladıkça,  içimizde bir siyah kısrak, ülkemizin bütün dağlarına, bütün vadilerine, bütün ırmaklarına  koşuyor, koşuyor, koşuyor…

Şükran Kaba/TCDD BYHİM

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*